2014’ü bitirip 2015 yılına giriyoruz. Yeni yıl, yeni hedefler için dilek tutma, yemin verme zamanıdır. Ben, 2015 yılının, kentleşme ile ilgili sorunlarımızı, önce görmeye, sonra da çözmeye vesile olmasını diliyorum. Bir adım ileriye doğru gideceksek önce şehirlerimizi artık böyle idare edemeyeceğimizi idrak etmemiz ve artık geçen yüzyıldan kalan belediyecilik ve şehircilik anlayışımızı değiştirmemiz gerekiyor. Geçen yüzyıldan kalma belediyecilik ve şehircilik anlayışında ısrar edersek, kendi gençliklerinde olanın, olabileceklerin en iyisi olduğunu zanneden yaşlı amcalar ve teyzeler gibi davranmış oluruz. 21’inci yüzyılın önümüze koyduğu fırsatları ülke olarak kaybederiz.
Peki, geçen yüzyılın belediyecilik ve şehircilik anlayışı yanlış olduğu için mi onu değiştirmemiz gerekiyor? Hayır. Tam tersine, geçen yüzyılın belediyecilik ve şehircilik anlayışı işlevini son derece iyi bir biçimde yerine getirdi. Ama artık dünden farklı yeni bir yerdeyiz. Dün ortada olmayan problemlere, dünün işe yarayan araçları ile çözüm getirmeye çalışmak bana komik geliyor. O araçlar düne aitti. Bize artık bugüne ait yeni araçlar gerekiyor. Gezi hadisesinin bize en azından bunu öğretmiş olması lazım. Artık kent yönetiminde, "millete sormadan bir otobüs durağının bile yerini değiştiremem” çağındayız. Dünün şehirleşme sürecinde işe yarayan iş yapma biçimini olduğu gibi çöpe atmamız, bir yeni şehircilik anlayışı tanımlamamız gerekiyor. Yapmazsak ne olacağını görmek için etrafınıza bir bakın. Neden? Nasıl? Gelin bir anlatayım.
Ben doğduğumda, 1960’lı yılların başında, Türkiye nüfusunun yüzde 30’u kentlerde yaşıyordu. Her eve bir telefon lükstü. Arçelik fabrikası henüz kurulmamıştı. Buzdolabı olan evler nadirdi. Bursa’da benim doğduğum evde, tuvalet ve mutfak evden ayrı, bahçenin karşı tarafındaydı. Su, Uludağ’dan bahçedeki kocaman, geniş bir yalağı da olan çeşmeye serbestçe akardı. Daha bizim eve gelen suyu tam olarak devlet kontrolüne almamışlardı. Şehirde herkesin kendi problemini çözdüğü dönemin sonlarıydı. Sanayinin milli gelir içindeki payı yüzde 18’lerde, hizmetler sektörünün payı ise yüzde 26’daydı. Bursa Organize Sanayi Bölgesi benim doğduğum yıl, 1961’de hizmete açıldı. Devir, Süleyman Bey devriydi. Türkiye işe yeni başlıyordu. Kentler henüz köydü. Türkiye bir tarım ekonomisiydi.
Şimdi Türkiye nüfusunun yaklaşık yüzde 75’i kentlerde yaşıyor. Sanayinin milli gelir içindeki payı yüzde 27’ye, hizmetler sektörününki ise yüzde 64’e çıktı. Türkiye artık orta teknolojili bir sanayi ülkesi oldu. Türkler hızla kentlere doğru geldiler. Üretkenlikleri arttı. Kişi başına milli gelir 1980’lerde 6 bin dolardı, şimdilerde 13 bin dolara çıktı. Bir yerden bir yere geldik. Nasıl geldik? 1984’te Turgut Bey büyükşehir belediyelerini kurdu. Kentlerimizi yönetebilmek için idari yapımızda bir yenilik yaptık. Arsa-tapu rejimimizi gevşeterek şehre yeni gelenlerin şehrin büyümesinden pay alabilmeleri için bir yol bulduk. Kentler, yeni gelenler zenginlikten nasibini alabilsinler diye, göğe doğru yükselmez, yana doğru yayılırdı. Kentin yayılarak büyümesi, dönemin iktisadi gelişme stratejisinin bir parçasıydı.
Dün bulduğumuz yol son derece kapsayıcı bir büyüme süreciydi. Arsa rantı, yeni gelenlerin şehirde kök salabilmelerine imkan verecek bir yoldu. Yeni gelenleri bir bütün olarak kavrıyordu. Artık değil. Artık kentsel rantlar kitlesel olarak dağılmıyor, doğrudan sermaye sahibi 3-5 kişinin cebine giriyor. Geçen yüzyıldan kalma idari tedbirler bütünü, bu yüzyılın meseleleri karşısında artık işe yaramıyor. Dün kapsayıcıydı, bugün ise dışlayıcı bir işlevi var. Dün işe yarıyordu, bugün aynı işlevi, aynı biçimde görmüyor. Ne yapmak lazım? Değiştirmek lazım elbette. Kapsayıcı bir yeni mekanizma tasarlamamız, şehri buna göre yeniden planlamamız lazım. Kentlerimizi siyasi kirden, pastan arındırmak için işe arsa rantından başlamak lazım.
Dün kentin uçsuz bucaksız topraklara doğru sürekli genişlemesi manalıydı. O kapsayıcı büyüme politikasının bir parçasıydı. Bugün kentin sürekli genişlemesine dayalı şehircilik anlayışını yeni baştan ele almamız gerekiyor. Meseleye öncelikle sürdürülebilirlik açısından, çevre açısından bakmak gerekiyor. İstanbul’un çevresinde orman kalmasın istiyorsak problem yok, ama ben soruna daha etkin çözümler bulabileceğimizi düşünüyorum. Geçenlerde bu çerçevede, "göğe doğru yükselen kent çevre açısından daha iyidir” demiştim. 2015 yılında bunu daha çok söyleyeceğim.
Ben kentsel dönüşüm politikasının 2015 yılının en önemli sanayi politikası araçlarından biri olabileceği kanısındayım. 1980’lerde Danimarka bu sayede çağ atladı. Şimdi sıra bizim. Sanayide teknolojik yenilenme ile daha yaşanabilir ve enerjiyi daha verimli kullanan kentler el ele gidecek gibi geliyor bana. Bunun için ne yapmak lazım? Kentsel dönüşümü, bina yapım standartlarını kapsamlı bir biçimde değiştirerek ciddi bir biçimde tasarlamamız lazım.
Bütün bunları yapmak için, şehri nasıl idare edeceğimiz üzerinde de düşünmeye başlamamız gerek. Ahir zaman iç göç trendlerine bakın isterseniz. Türkler artık doğrudan İstanbul’a gelmiyor. Millet artık çevre ilçelerden merkez ilçeye doğru geliyor. Konya, Diyarbakır, Erzurum, Manisa. Her yerde merkez ilçe büyüyor. Kalanı küçülüyor. Şimdi ili bir bütün olarak düşünecek ancak çeşitli parçalardan oluştuğunu da inkâr etmeyecek yeni bir idari yapıya ihtiyacımız var sanki.
Şehirlerimizi hala haminnemden kalma yöntemlerle idare edemeyiz. Sanayileşmenin her aşaması bir yeni kentleşme politikası ister. 2015 yılında şehirlerimizi idare etmek için bir yeni yol bulmadan, Türkiye’nin orta gelirli bir ekonomiden zengin bir ülkeye dönüşmesi için gereken sıçramayı yapamayacağımızı idrak etmemizi diliyorum.
Hepinize mutlu yıllar.
http://www.radikal.com.tr/yazarlar/guven_sak/sehirlerimizi_artik_boyle_idare_edemeyiz-1261486#