Öncü kuşağın üç 'sütun'u: Âlim, ârif, hakîm- Yusuf KAPLAN

Bütün medeniyetler, öncü kuşakların, çileli, zorlu, yorucu buluş, oluş ve varoluş yolculuklarının eseridir.

Bizim medeniyetimizin öncü kuşakları, âlim, ârif ve hakîm'den oluşuyordu.

HAKİKAT SARAYI'NIN YAPITAŞLARINI DÖŞEMEK...

Alim, ilim yolculuğunun yapıtaşlarını döşüyordu. Alim'in ulaştığı bulguları da dikkate alan ârif, marifet ve fikir yolculuğunun hamurunu karıyordu. Hakîm -tasavvufu eksene alarak konuşacak olursak- hayatımızın iç ve dış dünyalarının hikmet duvarlarını örüyor; âlim ve ârif'in gerçekleştirdiği buluş ve oluş/um/ların neticesinde, hakikat sarayının inşasına katkıda bulunuyordu.

Sonuçta bu üç 'kurucu şahsiyet', Yaratıcı'nın eşyada, âlemde ve -küçük âlem- insanda tezahür ve tecellî eden hakikatinin izdüşümlerinin g/izlerini araştırıyor, derinliklerinde hiç bitmeyen bir kendini keşif, eşyayı keşif, kâinâtı keşif ve nihayet Yaratıcı'yı keşif yolculuğu yapıyordu.

Bu üç şahsiyet, bu önaçıcı yolculukları yaparken, kendilerinin veya ağlarına bağlandıkları 'fikriyat'larının, meşreplerin, yönelimlerin doğruluğunu ispatlama / dayatma kaygısı ile hareket etmiyorlardı: Hakikatin bütün insanlığa önaçacak koridorlarının keşfedilmesine önayak oluyorlardı, kendi meşreplerince, kendi 'meslek'lerince -gerçekleştirdikleri seyr ü sülûkları çerçevesinde.

Alim, ârif ve hakîm şahsiyetlerinden oluşan Müslüman öncü kuşakların temel gâyesi, hakkıyla kul olabilmek, Yaratıcı'nın bütün insanları mükellef kıldığı 'halifelik' yükümlülüğünü mükemmel mânâda yerine getirebilmekti. 

Dolayısıyla Müslüman öncü kuşaklar, tıpkı diğer bütün Müslüman fertler ve topluluklar gibi, aynı hedefe kilitlenmişlerdi: Allah'ın rızasını kazanmak. 

Bunun yolu da, Allah'a hakkıyla kul olabilmekten geçiyordu ve kulluk peygamberler için bile peygamberlikten önce gelen en yüce mertebeydi. 

İnsan, hakkıyla kul olabildiği ölçüde, kula kulluktan da, dünyaya kulluktan da, araçlara (bilime, teknolojiye, arzulara, egoya, hırslara) kulluktan da kurtulabiliyordu ancak.

HAKİKATİN İZİNİ SÜRMEK...

O yüzden, âlim'in, ârif'in ve hakîm'in ilgileri ve ulaştıkları bilgileri hayata geçirme enstrümanları ne kadar farklı olursa olsun, hepsi hakikati keşif noktasına doğru -kendi meşreplerince ve 'meslek'lerince- yol alıyordu. 

O yüzden, bir fizikçi de, bir fakih de, bir matematikçi de, bir felsefeci de, işine, çalışmasına, kitabına önce âlemleri yaratan Rabb'e -verdiği akıl, fikir, irade nimetlerinden ötürü- hamdederek başlıyordu. O yüzden âlim'le ârif arasında, ârif'le hakîm arasında çok yönlü, çok katmanlı bir seyyaliyet / akışkanlık, sey/ya/riyet / bakışkanlık ve devamiyet / çalışkanlık ve süreklilik hükümsürüyordu: Hem zihnî, hem hissî, hem de coğrafî düzlemlerde.

ALİM VE HAKİKATİN VÜCUD 'BULUŞ'U

Âlim, buluş'un adamıydı: Çıkılacak yolculukta izlenecek 'yol'un ('dünya'nın) gerçeklerinin mahiyetini belirlemek ve yolculuğun haritasını çıkarmakla meşgul oluyordu.

Alim'in eşya'nın, âlem'in ve insanın hakikatlerini keşif süreci, hakikatin hayat bulmasıyla sonuçlanıyordu: 'mekke süreci'.

ARİF VE HAKİKATİN HAYAT 'OLUŞ'U

Ârif, bulunuş'un, dolayısıyla oluş'un adamıydı.Hakikatle buluşan insan için, hakikatin hayat olmasının hamurunu karıyordu. 

Alim'in keşfettiği hakikatlere, bütün açılardan bakıyor, inceliyor, rötuş yapıyor ve insanlara ruh üfleyecek bir hayatın temellerini atıyordu: 'medine süreci'.

HAKİM VE HAKİKATİN HAYAT 'SUNUŞ'U

Hakîm ise, varoluş'un ve varkılış'ın adamıydı: 

Hakikatin herkese ve her şeye hayat sunmasını sağlıyordu, tıpkı bir mimar, bir mûsikişinas, bir hattat, bir şâir gibi... 

Medine sürecinde ekilen medeniyet tohumlarının meyvelerini topluyor ve sunuyordu herkese.

ÜÇ ŞAHSİYET, HAKİKAT VE SÜNNET

Âlim'in yaptığı iş, esas itibariyle bir tafsil işiydi: Eşyanın, âlem'in ve insanın oluşturucu zâhirî ve bâtınî unsurlarını ayrıştırıyor, belirliyordu. Arif, bu unsurları terkip ediyor; hakîm ise, tevhîd ediyordu.

Âlim, şiarları belirliyordu: Sünnet-i seniyye'deki 'kavl' / 'söz' aşaması: İlme'l-yakîn mertebesi. 

Arif, bu şiarları şuura dönüştürüyordu: Sünnet-i seniyye'deki 'fiil' aşaması: Ayne'l-yakîn mertebesi. 

Hakîm ise, şuura dönüşen şiarları, meyve verdirecek doyumsuz bir şiire durdurma yolculuğuna çıkıyordu: Sünnet-i seniyye'deki ikrar / hâl aşaması: Hakk'al-yakîn mertebesi.

Âlim, hem Vâcibu'l Vücûd / Yaratıcı ile mevcud /yaratılan arasındaki; hem de hakikatle insanlar arasındaki seyyâleti sağlıyordu.

Ârif, hem Vâcibu'l-Vücûd ile mevcud arasındaki irtibatın; hem de hakikatin insanlar arasında tesis ettiği rabıtanın hakikatini, tezahürlerini, tecellîlerini seyre dalıyordu.

Hakîm ise, bu çift yönlü işleyen hakikat yolculuğunu hem yaşanan, hem de yaşatan devamiyetini sağlıyordu, inşa edilen hakikat sarayının insanlara hayat ve ruh sunmasını mümkün kılacak bir 'tabir', bir 'imar' ve bir ma'mur etme yolcuğu yaparak...

***

NOT: SÜHEYB ÖĞÜT, BİRAZ YAVAŞ!

Yazdığın yazı, eleştiri değil, hezeyan. Eleştirinin de bir âdâbı var. Çağın ağlarını aşarak, Ümmîleşme kaygısıyla, vahyin ışığında, iğneyle kuyu kazırcasına inşa etmeye çalıştığım, o Durduğum Sahici YER'i, ORADA/N söylediğim şeyi, bihakkın anla, ondan sonra eleştir elbette. Yazdığım metinler çoklukla rasyonalist değil, çok katmanlı metinler. Çelişki dediğin şeyler, hakîkatin türlü veçheleri. O yüzden okurken biraz dikkat ve özen ister.

Ne ne okuduğunun farkındasın, ne de ne anladığının! Sorduğun sorularda da bir zekâ pırıltısı göremedim. Hâliyle, verdiğin cevaplarda da. Özür dilerim ama ukalalağın da cabası!

Bir iki yazımdan işine gelen cümleleri, eklektik bir ilkesizlikle cımbızlayıp saldırmak için kullanmışsın. Meselâ: Paralel çeteden ölüm tehditleri aldığım bir sırada, 'Beni susturamazsınız. Kalemi güçlü bir yazarım. Başka şekillerde de yazarım,' mealinde o şartlarda yazmak zorunda kaldığım -o şartlara özgü-, o sevimsiz cümleyi, bağlamından kopararak, sadece saldırmak için tekrar tekrar kullanmakta bile sakınca görmemişsin! Ee, insaf artık! Çok çirkin ve edepsizce bir şey bu yaptığın!

İnsanların bulunduğu yeri kolaylıkla terkettiği şu alacakaranlıklar ortamında, 'Mabed'i terketmeyen, dört bir cephede savaşan bir insana, modern entelektüelin ve akademisyenin bize hakikate dâir esaslı bir şey söyleyemeyeceğini söylediğim için saldırman, senin nasıl bir savrulma / yersizlik sorunu yaşadığını gösterir yalnızca!

Unutma! İnsanın durduğu yer, gördüğü şeyi belirler: Nerede durması gerektiğini bilemeyenler, ne/re/ye, ne'yle, nasıl yürümesi gerektiğini de bilemezler.

http://www.yenisafak.com.tr/yazarlar/YusufKaplan/oncu-kusagin-uc-sutunu-%C3%A2lim-%C3%A2rif-hak%C3%AEm/55749
Yorumlar
Uzm.Klinik Psk.Gülşah AKÇAY CİVRİZ