İslam dünyası toplumları, çok uzun süren yanılgı süreçleriyle yüzleşme ihtiyacı duymuyor. İslam dünyası toplumları ve kültürleri olarak maruz kaldığımız ağır tarihsel müdahaleleri, dayatmaları İslami anlamda tanımlayamamak, çözümleyememek gibi kronik bir sorunumuz var. Kendi toplumlarımızı, kendi dünya görüşümüz ve hayat tarzımız doğrultusunda belirleme hakkını talep etme konusunda bile kararsız kalıyoruz. Modern zamanlar boyunca, kazananların değer sistemleri ve dünya görüşleri mutlaklaştırılırken, kaybedenlerin değer sistemleri ve dünya görüşleri değersizleştirildi, istiskal edildi. İslam bir taşra kültürüne dönüştürüldü, kültürel bir kategoriye indirgendi, her ülkede devlet iktidarlarına tabi kılındı ve ulusallaştırıldı. Taşralılaştırılan araf'taki toplumlar ve kültürler kendiliklerini kaybettiler. Kendiliklerin ikaybeden toplumlar/kültürler Batı aklına göre düşünen, hareket eden, bu akla göre üreten nesneler haline dönüştürüldüler.
HESAPLAŞMA YAPAMADIK
Ontolojik emperyalizme maruz kalan İslam dünyası toplumları, tarihe ve dünyaya Judeo-Hıristiyan kültür ve dünya görüşü perspektifinden bakmaya, ben-merkezli, seküler bilgiyle bütünleşmeye mahkum edildiler, ya da mahkum oldular. Arnold Toynbee, 1925 yılında yaptığı bir değerlendirmede, Türkiye'nin kendi hayat tarzını ve medeniyetini bütünüyle terk ederek, bir başka medeniyeti kabul ettiğini, bu durumun kültürel bir ihtida olduğunu belirtti. Bizler, Müslümanlar olarak bu anlaşılması mümkün olmayan "ihtida" ile ilgili tarihsel hesaplaşmalar yapamadık.
Antik Yunan, Roma, Hıristiyanlık, Rönesans, Aydınlanma, sanayi devrimi süreçleriyle-referanslarıyla, tek boyutlu olarak şekillenen modernleşmeye dayalı, hegemonya üreten ideolojik/sömürgeci/ırkçı dil-söylem-model bugün de saltanatını, diktatörlüğünü sürdürüyor. Modernlik bugün, Avrupa için bir geleneğe, konformizme dönüştüğü halde, İslam dünyası toplumları, Türkiye örneğinde görülebileceği üzere, Batı'nın bir parçası olabilmek için çaba harcıyor. Kendimizi yeniden nasıl tahayyül edeceğimize ilişkin kapsayıcı bir bilince ihtiyacımız olduğu açıktır. Toplumlarımızda kimlik bunalımı, zihinsel bunalım derinleşerek sürüyor. Araf'ta kalan toplumlar, kültürler bir o yana, bir bu yana savruluyor. Bu savrulmalar çok ağır bir kişilik sorunuyla karşı karşıya bulunduğumuzu gösteriyor. Savrulmalar, çıkar mülahazaları, bencillikler, maddi/dünyevi ihtiraslar sebebiyle kişilikli, bütünlüklü, kararlı tercihler yapılamıyor. Sözünü ettiğimiz savrulmalar, çıkar rekabetleri, herkesi çok güçsüz ve etkisiz hale getiriyor. Kendilerini tüketim toplumunun/kültürünün dayattığı ölçütler doğrultusunda biçimlendirmeye çalışanlar, bu kültürün, kendilerini insanlıktan çıkardığını farketmiyor.
KUŞATMA ALTINDAYIZ
Günümüzde yeni bir iletişim coğrafyası oluşuyor, elektronik topluluklar, kabileler, cemaatler oluşuyor. Küresel-yerel ilişkisinin sınırları belirsiz hale geliyor. Bu belirsizlikler, yeni kimlikler, yeni tarzlar, yeni bağlılıklar şeklinde somutlaşıyor. İslam dünyası toplumları denilince, her şey, birdenbire geçmişle eşdeğer olarak değerlendiriliyor. Küresel kültür emperyalizminin etkilemediği, olumsuz yönde dönüştürmediği, bir şekilde kirletmediği yerel-yerli kültürlerden söz etmek mümkün değil, Bugün toplumlarımız, bir kez daha Judeo-Hıristiyan kuşatması ile karşı karşıyadır. Tarihin öznesi olmak isteyen her ülke, her toplum, her kültür bir şekilde engelleniyor, baskılanıyor, terörize ediliyor, istikrarsızlaştırılıyor. Tarihin öznesi olmak isteyen her iradenin, bunun bütün gereklerini yerine getirmesi gerekir. Kendi içlerinde nicelleşme ve metalaşma sorunları yaşayan toplumların, kültürel niteliklere, yoğunluklara, kendiliklere sahip olmayan toplumların romantik-popülist bir dilin imkanlarıyla tarihin özneleri olmaları beklenemez. Romantik-popülist dil/söylem ve özlemler, gerçek olmayan konumların daha çok zayıflamasına, güçsüzleşmesine neden olur. Değişimi şüphe ile karşılayan bir geleneğin tarihi dondurmuş olması sebebiyle bugün, tarihsel hesaplaşmalar yapamıyoruz. İslam dünyası toplumlarında halen yaşanmakta bulunan utanç verici gerçekliğe direnememek, bu gerçekliği aşamamak büyük ölçüde kültürsüzlük, bencillik, bilinçsizlik ve basiretsizlikle ilgilidir. Bu tablodan İslami bir dayanışmanın, birliğin çıkarılamamasının hiç bir mazereti olamaz. Kendi dönemlerinin sorunlarına bir bütünlük içerisinde bakamayan, nüfuz edemeyen, bu sorunlarla yüzleşemeyen, bu sorunlar etrafında güçlü tanıklıklar yapamayan, resmi doğruları sorgulayamayan, bu sorunlara milliyet-mezhep saplantılarıyla bakan Müslüman aydınlar, entelektüeller, düşünürler, hangi toplumda yaşıyor olurlarsa olsunlar ağır bir sorumluluk altındadırlar. Kapsayıcı, bağımsız bir dil ve düşünce kurmaksızın, kurabileceğimiz hiç bir şey yoktur. Kendi bencilliklerimiz sebebiyle, bizim dışımızda gerçekliğe, dünyaya kayıtsız kalmak iradi bir bilinçsizlikten farksızdır. Yeni bir şey söyleyebilmek ve yapabilmek için, ufkumuzu kapatan konformist düşünceyle – gelenekle hesaplaşabilmemiz gerekir. Kibirli, bencil, narsist her otorite, her kimlik, her oluşum ya da iktidar, kendi dışındakileri küçümser ve dikkate almaz.
Etnik farklılıklar, mezhep farklılıkları sebebiyle, ideolojik putlaştırmalar sebebiyle, insanların/toplumların birbirlerine karşı mesafeli olmalarının hiç bir insani ve ahlaki gerekçesi olamaz. Bu tür ayrımcılıklar, önyargılara dayalı indirgemeciliklerle ilgilidir.