Halkın seçtiği cumhurbaşkanı sembolik olamaz

Devletin zirvesi, askeri darbelerin doğurduğu bir mitos sebebi ile "yürütmeden uzak olmak yükünü” daha fazla taşımak zorunda değil. Bu yükten kurtulmak, başkanını bizzat seçen halka, her şeyden önce bir sembolü değil gerçek bir başkanı seçme imkanı sunmaktadır.
 
M. Tacettin Kutay / Türk-Alman Üniversitesi
Ülkemiz okur-yazarlarının karşısına "Joachim Gauck’u tanıyor musunuz?” sorusuyla çıkmamız halinde, içlerinden ancak pek azının internete danışmaksızın bu soruyu doğru cevaplayabileceğini iddia etmek akla pek de uzak düşmez. Zira Joachim Gauck tanınmasını mümkün kılmayacak kadar sembolik bir Alman Cumhurbaşkanlığı makamını işgal etmektedir. Buna mukabil "Angela Merkel’i tanıyor musunuz?” sorusu memleketimiz münevverleri tarafından farklı cevaplarla karşılanabilir: "Alman Şansölyesi”, "Demir Leydi”, "Erkeksi Kadın”,  "Hıristiyan Demokrat” vs... Bir Türk okur-yazarının Alman Cumhurbaşkanı Gauck’u tanımaması, İtalyan Cumhurbaşkanı Matarella’yı tanımaması ile kıyaslanamayacak bir şeydir. Zira Almanya yalnızca dünyayı okumaya niyetlenen Türk insanının ilk çıkış noktası değil, aynı zamanda Türkiye’nin en önemli ticaret ortağı konumunda. Öte yandan Alman Cumhurbaşkanı’nı tanınmayacak kadar önemsiz bir kimse haline gelmesi son derece anlaşılabilir tarihsel sebeplere istinat etmektedir: Savaş sonrası yeniden inşaa edilecek olan Almanya’nın Cumhurbaşkanlığı makamı yeni bir Hitler’in doğmasını engelleyecek şekilde dizayn edilmeliydi. Devletin başı makamına gelen kimse ile yürütme arasına aşılması güç bir mesafe konması bu ihtiyaca binaen uygun görüldü. Bu zaruret Alman Cumhurbaşkanlığı makamına sembolik bir anlamdan daha fazlasının yüklenmesini nâmümkün kılmaktaydı. Bundan dolayı günümüzün Alman Cumhurbaşkanlığı makamı, meçhul asker anıtından farksız bir sembolizmaya sahiptir ve fonksiyonsuzluğu ile Alman siyasetinde adeta bir süper emeklilik makamına tekabül eder. 

Günümüz Alman siyasetini şekillendiren en önemli aktörlerden birisi Almanya’nın tarihi yükleridir. Alman tarihinin savunulması mümkün olmayan birden fazla kara lekesi olduğu, ancak bu kara lekelerin en kesifinin NSDAP iktidarı yıllarında yaşananlar olduğu muhakkaktır. Örneğin 2008 Avrupa Futbol Şampiyonası’na kadar Almanya sokaklarında Alman bayrağı görebilmek neredeyse mümkün değildi. Oysa Fransa’yı baştan başa dolaşan bir kimsenin kolayca gözlemleyebileceği şey Paris’in ana caddelerinden Provance’ın küçük kasabalarına kadar her köşeyi kaplayan Fransız bayrakları olacaktır. Bu durumun en önemli sebebi Almanya’nın sırtında taşıdığı tarihsel yükleri Fransa’nın taşımıyor olmasıdır. Dolayısıyla Fransız milli kimliğinin inşaası Alman milli kimliğinin inşaası kadar namümkün değildir. Tıpkı Türkiye Cumhuriyeti’nin başkanının Alman Cumhurbaşkanı kadar sembolik olmasının zorunlu olmadığı gibi.

Tarih sayfalarını Hitler benzeri bir diktatör ile kirletmemiş Türkiye için Cumhurbaşkanlığı makamını semboliklik derekesine itmek elbette düşünülemezdi. Bununla birlikte Türkiye siyaseti tarihsel hiçbir diyet borcu olmayan Riyaset-i Cumhuriyye makamını bize mahsus büyük bir defo ile haleldar etmeyi ihmal etmemiştir. Cumhurbaşkanlığı makamı üzerinde Özal’a kadar süren askeri vesayet, cumhurbaşkanlığı makamı ile ilgili teamülleri kendi gerçeklerine göre şekillendirmiştir. Cumhurbaşkanlığı makamına gelenlerin (Bayar hariç) bila istisna asker kökenli olmaları yürütme ile cumhurbaşkanı arasındaki mesafenin korunması teamülünü doğurmuştur. Faruk Gürler’in cumhurbaşkanlığı adaylığına karşı Demirel’in geliştirdiği ünlü karşı gerekçe bu teamülleri yaratan siyasetin cumhurbaşkanlığı makamına atfettiği rolü izah eder mahiyettedir: "Eski bir Genelkurmay Başkanı olan Cevdet Sunay’dan sonra cumhurbaşkanlığı makamına askerin dayatması ile mevcut Genelkurmay Başkanı Faruk Gürler çıkacak olursa bir teamül yaratılmış olur. Artık cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Genelkurmay Başkanı tabii aday olur ve meclis bu dayatmayı ancak tasdik edecek bir makama dönüşür. Hür iradesi elinden alınan meclis böylece bir şekilden ibaret kalır.” Bir ‘Cumhuriyet’in başı meşruiyetini halktan almıyorsa ve seçim yoluyla değil cülus yoluyla o makama geliyorsa bu cumhuriyetin de demokrasinin de sonu demek olacak olan bir geleneği doğuracaktır. Özal’ın vefatının ardından DYP grup toplantısında konuşan devrin başbakanı Demirel Çankaya’nın sahip olduğu varsayılan defoyu açıkça ortaya koymakta ve 1961’den beri şu veya bu şekilde tartışılır durumda olan Çankaya’yı tartışılır olmaktan çıkarmanın yolunun Çankaya’ya Demokrasi’nin bayrağını dikmekten geçtiğini söylemekteydi. Cumhurbaşkanları o güne kadar ya asker dayatması yahut müdahalesi ile bu makama gelen Gürsel, Sunay ve Evren; yahut asker dayatmasına karşı kerhen seçilen ve siyaseten mesul olmayan Fahri Korutürk gibi kimseler olagelmişti.

Turgut Özal’ın ise büyük bir meşruiyet defosu vardı, zira Cumhurbaşkanı seçilmeden üç ay evvel yapılan yerel seçimlerde partisi yüzde 20’ye yakın oy kaybetmiş ve parlamentoda yüzde 42 ile temsil edilen ANAP’ın mevcut halk desteği yüzde 21’lere gerilemiş; buna rağmen Özal mecliste bulunan vekil gücüne istinaden cumhurbaşkanı seçilmişti. "Çankaya’ya demokrasi çıkmalıdır!” diyen Demirel de bir koalisyon başbakanı olarak 244 milletvekilinin oyunu almış ve ancak üçüncü turda cumhurbaşkanı seçilebilmişti. Demirel’in halefi Ahmet Necdet Sezer ise 28 Şubat’ın şahin paşası Çevik Bir’in cumhurbaşkanlığına karşı bir formül olarak ortaya atılmış ve Korutürk misali o güne kadar sokaktaki insan tarafından tanınmayan bu kimse kendisini ansızın devletin zirvesinde buluvermişti. Hâsıl-ı kelam Bayar sonrası riyaset-i devlet eden yedi cumhurbaşkanı da yürütmeye riyaset edecek meşruiyetten mahrumdur; dolayısıyla cumhurbaşkanlığı makamı ile yürütme arasındaki mesafe de facto olarak açılmak mecburiyetinde kalmıştır. Gerçekçi sebepler ile sembolikleştirilen Alman Cumhurbaşkanlığı makamına karşın Türkiye’nin Cumhurbaşkanlığı makamı siyasal krizlerin sebebiyet verdiği meşruiyet krizleri sebebiyle tartışılır hale gelmiştir. Şüphesiz bu krizlerin zirvesi, 12 Eylül ihtilaline de meşruiyet dayanağı haline gelen parlamentodan bir cumhurbaşkanı çıkmayacak şekilde sistemin kilitlenmesi olmuştur.

Devlet başkanlığını değerli kılmak

82 Anayasası’nın cumhurbaşkanına verdiği yetkiler sembolik bir cumhurbaşkanı öngörmez. Cumhurbaşkanının yetkileri azımsanmayacak oranda geniştir. Bununla birlikte yukarıda zikrettiğimiz teamüller bu yetkilerin kullanımını bir hoşnutsuzluk sebebi haline getirmiştir. Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığını neticelendiren ise tam olarak bu teamüllerdir. Devletin zirvesine Ak Parti’nin bir numarası çıkamamış, zira parlamentonun seçtiği bir cumhurbaşkanı olarak icraat makamından uzaklaşmak riskini göze alamamıştır. Bu durumda siyasal desteğinin çok büyük kısmını Erdoğan’dan alan Abdullah Gül’ü genel başkanı ve başbakanının üzerinde bir yere konumlandırmış oluyordu. Oysa Gül’ün Başbakanlığı Erdoğan’a devrederken zikrettiği "Halkımız sabırsızlıkla bu makama gelmenizi bekliyor” sözleri bu alt-üst oluşun anlamsızlığını ortaya koymaktaydı. Bu anlamsızlığı yaratan amil hiçbir zaruret olmadığı halde devletin en üst makamının anlamsız bir derekeye itilme ananesinden başka bir şey değildir. Bu anlamsız ananeyi anlamlı bir biçimde değiştiren şey hiç şüphesiz cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi reformu olmuştur. Yüzde 50’nin üstünde oy almış bir cumhurbaşkanının yürütmeden uzaklaşması elbette bir zaruret değildir, zira Erdoğan’ın halk desteği kendinden evvel gelen cumhurbaşkanlarıyla (Bayar da dâhil) kıyaslanmayacak kadar yüksektir.

Devletin zirvesine tabii olarak çıkan Özal ve Demirel’in mirasları kendilerine pir-i fani muamelesi yapan haleflerinin ellerinde eridi ve gitti. Her şeyden önce ne Yılmaz’ın ne de Çiller’in halkta bir karşılığı olmadığı, seleflerinin mirasını har vurup harman savuran mirasyediler oldukları akıbetlerinden anlaşıldı. Özal ve Demirel devlet geleneklerine uygun olarak devletin zirvesine siyasal hareketlerinin zirvesinde yer alan kimseler olarak çıkarlarken Çankaya’ya huzurevi muamelesi yapan selefleri kendilerini yürütmeden mümkün mertebe uzak tuttular. Bu tecrübeler Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı sonrası Ak Parti’de nasıl bir genel başkan olacağı sorusunu ister istemez akıllara getirmişti. Yetkilerini sonuna kadar kullanacağını henüz seçim döneminde açıkça ifade eden Erdoğan emanetçi bir başbakana değil, güçlü cumhurbaşkanına yaraşır güçlü bir başbakana işaret ederken Davutoğlu ister istemez ön plana çıkıyordu. Bununla birlikte Erdoğan’ın yapısal reformları kararlı ve güçlü bir biçimde yapacak kimse olarak tasarladığı "güçlü başbakan” karşılığını Davutoğlu’nda bulmadı. Cumhurbaşkanlığı ile başbakanlık arasında kalan gri bölgede yetkilerini sonuna kadar kullanacağını deklere eden Erdoğan’ın doğal olarak kullanacağı alanda bir Başbakan olarak Davutoğlu’nun da var olma gayreti yaşanan süreci sonuçlandırdı. Erdoğan ile paralel olarak genişletmesi mümkün güç sahasını Erdoğan ile karşı karşıya gelmesi mümkün gri sahaya doğru genişleten Davutoğlu ister istemez güçlü başbakan tanımının dışında kaldı, zira gücü yanlış tarafta aradı. Oysa Erdoğan ile uyumunu yitiren Davutoğlu’nun, güçlü başbakan olmak şöyle dursun, koordinasyon işlevini bile sağlayamayacağı ortaya çıktı. Bu durum halkta karşılığı olan ve meşruiyetini de halka borçlu olan Erdoğan ile Davutoğlu’nun beraber çalışmasını imkânsız hale getirdi. 

Türk siyaseti başkanlık sistemi tartışmalarıyla işte tam da bu temel sorunu ortadan kaldıracak bir sürece girmiş durumda. Halkta karşılığı olan liderlerin siyasal pozisyonlarını abesleştirici bir makama çıkmak yahut ikinci adamlarını devletin zirvesine çıkarmak arasında bir tercih yapmalarının anlamsızlığı üç başarısız tecrübe sonunda ortaya çıkmış durumda. Devletin zirvesi, hiçbir tarihsel gerekçesi olmayan askeri darbelerin doğurduğu bir mitos sebebi ile "yürütmeden uzak olmak yükünü” daha fazla taşımak zorunda değil. Bu yükten kurtulmak başkanını bizzat seçen halka, her şeyden önce, bir sembolü değil gerçek bir başkanı seçme imkanı sunmaktadır.

kutay@tau.edu.tr
 
http://haber.star.com.tr/acikgorus/halkin-sectigi-cumhurbaskani--7csembolik-olamaz/haber-1111119
 

Ekonomi Arşivi
Uzm.Klinik Psk.Gülşah AKÇAY CİVRİZ