Siyaset ve ekonominin çatallaşması: Yunanistan (1) Süleyman Seyfi Öğün

Yunanistan'da ilginç şeyler yaşanıyor. Yunanlıların içine düştüğü durum konusunda, Türkiye'deki entelektüellerin tepkileri daha da ilginç. Bir kısmı Çipras'ı büyük bir hâlk kahramanı gibi görüyor. Diğer bir kesim ise, bu durumu tembel Yunanlıların hak ettiği kaçınılmaz bir sonuç olarak selâmlıyor; biraz da "oh olsun” demeye getiriyor. Hâlbuki, komşumuzda yaşananlar, dünyânın önümüzdeki on senelerde keskinleşecek bir çelişkisine işâret ediyor. Bunu anlamak ve değerlendirmek daha mühim olsa gerekir.
***
Bilim felsefesinin en çetrefil meselelerinden birisi de, "sosyal bilimlerin” ne kadar bilim olduğu ya da olabileceğidir. Bunu, tabiattaki neden-sonuç bağlamında ortaya çıkan düzenliliklerin; sosyal olgular sözkonusu edildiğinde ne kadar mümkün olabildiği sorusu olarak da anlayabiliriz.

Bu soruları, daha başta açmaza sokan iki tıkanıklık var. İlki; sosyal olguların çoğu kez neden-sonuç ilişkisine indirgemenin zorluğuna işâret ediyor. İnsan eylemelerinin elbette bir düzey nedenselliğe taşınabilecek bir karşılığı olabilir. Meselâ içgüdülerimize dayalı davranışlarımız için bu söylenebilir. Eğer karşımızdaki kör değilse; elimizi âni bir sûrette onun gözlerine yaklaştırmamız durumunda, onun da korunma içgüdüsüne dayalı olarak yüzünü geri çekmesi ve gözlerini kırpıştırması kesindir. Bu deneyi defâlarca tekrarlasak; aynı sonucu elde edeceğizdir. İyi ama, insân davranışlarının bütünü düşünüldüğünde içgüdüsel davranışlar ne kadar yer tutar ki? Biraz daha derine indiğimizden göreceğizdir ki, insân eylemelerinin hatırı sayılır bir kısmı herhangi bir nedene bağlı değildir. Yâni, eylemelerimizin kâhir ekseriyeti neden-sonuç bağlamında değerlendirilemez. İnsan eylemelerinin "neden”lerinden çok "ne için”leri vardır. Her ne yapıyorsak, "bir şey için” yapıyoruzdur.

Ne için sorusu, meraklısını anlam dünyâlarını keşfetmeye iter. Bu da kesinlemelere gelmeyen; pek çok şeyi "kendi içinde” anlamayı zorunlu kılan, son derecede sübjektif bir alandır. Hâsılı bilimselliği, nesnelliğe dayalı olan tabiat bilimlerinin aksine, sosyal "bilimlerin” bilimselliği başka tartıları gerektiriyor. (Kaldı ki özellikle belirsizlik kavrayışından sonra pozitif bilimler için bile klâsik anlamda bilimsellik iddiası yürütmenin artık eskisi kadar olmadığını söyleyebiliriz).

Yukarıdaki vurgulara rağmen pek çok disiplin kendisini bilimselleştirme yolunda hırslı çabalar ortaya koyabiliyor. Ekonomi disiplininin bu bağlamda özel bir yeri olduğunu söyleyebiliriz. Lisans üstü dersler aldığım dönemde metodoloji hocamızın ekonomiyi örnek gösterdiğini; "Bakın arkadaşlar; ekonomi neredeyse %30 oranında nesnel bir bilim hâline geldi” dediğini hatırlıyorum Siyâset biliminin ne oranda bilim olduğunu sorduğumuzda ise, hocamız biraz da yüzünü buruşturarak "Maalesef %10 kadar” demiş; hepimiz büyük bir moral bozukluğu yaşamıştık.

Bugün ekonomi; bırakın %30'u; neredeyse %90 oranında "bilimselleşmiş”; yâni işlemsel bir dile indirgenmiş vaziyettedir. Peki ne oldu da böyle bir sonuç ortaya çıktı? Bunun en başta gelen belirleyicisi, "insânın ekonomiden kovulmasından” başka bir şey değildir. Bunu çok önceleri sosyoloji de yaptı. Toplumu, insânsız bir zâtiyet (entity) olarak tasarlamak gerek Auguste Comte, gerek Durkheim gibi kurucu babalar için "olmazsa olmaz”ların başında geliyordu. Ama ilerleyen zamanlarda, bu hatâdan dönüldü ve özellikle 1960'lardan başlayarak insânı merkeze alan sosyolojiler inşâ edilebildi. Ama ekonomi biliminin nesnelleşme iddiası ısrarlı bir şekilde devam etti. Adına ekonomi denilen; karşısında insân irâdelerinin diz çöktüğü; kuzu kuzu boyun eğdiği bir yasalar dünyâsı ile kuşatıldık. Bugün ekonomistlerin kâhir ekseriyeti; tıpkı tıp otoriteleri gibi buyurgan bir tondan konuşan insânlar olarak tezâhür etmektedir. Bunlar ekonominin içinde insânı konuşmaya yeltendiğinizde sizi engin ve kesin bilgileriyle horluyorlar. Eğer ısrar ederseniz; bunu sizin çocukluğunuza veren bir edayla; "Vallâhi ben ekonomistim kardeşim. Beni ekonomi ilgilendirir. Bana ekonomi ile gelin” deyip geri çekiliyorlar.

Şurası çok açık görülüyor ki; ekonomi rijit bilimselliği ile bizi teslim almış durumda. Herkes bir dereceye kadar homo economicus rolü oynuyor. Hesap yapıyor. Ekonomistleri can kulağıyla dinliyor. Hatta hızını alamayıp ekonomistleşiyor.
1970'lerden başlayarak ekonomizm bütün ihtişâmıyla bir hegemonya inşâ etti. Hâlbuki bu hesaplardan başını kaldırıp; "iyi de insân bunun neresinde?” diye sormak bugünlere kadar sâdece kısmî bir kamuoyunun sorduğu bir soru olarak kalıyor.

Homo economicus, ekonominin kurucu babalarının bizlere armağan ettiği bir kavramdı. Ama homo economicus, meselâ Adam Smith'de olduğu gibi ağır bir târihsel yapı olarak siyâsetin sultasından kurtulma umudunu veren; homo moralis, yani ahlâkî boyutları olan özgür bir tiplemeydi. Ama zaman içinde ekonominin yasalarına kuzu kuzu boyun eğen; bu yasaların açtığı kulvarda insâni bedelini düşünmeden hüner gösterebilen bir tiplemeye dönüştü.

Benzer bir durumu zoon politikon'un târihinde de görüyoruz. Aristo'nun geliştirdiği ve bireyin özgürlüğünü somutlaştıran; kendisini gerçekleştirmesini sağlayan bir tipleme olarak zoon politikon, zaman içinde uyumlu (conformist) bir tiplemenin karşılığı hâline geldi. Devâm edeceğiz…
http://www.yenisafak.com/yazarlar/suleymanseyfiogun/siyaset-ve-ekonominin-catallasmasi-yunanistan-1-2015946
Ekonomi Arşivi
Uzm.Klinik Psk.Gülşah AKÇAY CİVRİZ