Modern devletin temel yapı taşlarından biri olan hukuk ve düzen kurumu, gelişmiş toplumlarda genellikle güvenlik, adalet ve öngörülebilirlik bağlamında değerlendirilirken; gelişmekte olan ülkelerde aynı yapı, çoğu zaman yasak, tuzak veya engel olarak algılanmaktadır. Bu durum, yalnızca normatif sistemin işleyişine değil, aynı zamanda toplumun kolektif bilinçaltına dair de ipuçları sunmaktadır.
Birçok gelişmekte olan toplumda bireyler, kurallara yönelik ihlalleri gerekçelendirme ya da rasyonelleştirme eğilimindedir. "Ben kurallara uyarım ama sistem bozuk” söylemi bunun en yaygın örneklerinden biridir. Bu zihinsel yapı, bireysel sorumluluk duygusunu gölgede bırakırken, kolektif dönüşüm sürecini de neredeyse imkânsız hâle getirir. Herkesin kendini "en doğru” olarak tanımladığı bir düzende, kurallar genellikle "diğerleri için geçerli” ayrıntılara indirgenir.
Bu bağlamda, kurallar çoğunlukla yönlendirici değil, sınırlayıcı olarak algılanır. Oysa gelişmiş toplumlarda kurallar sadece düzeni sağlamakla kalmaz, aynı zamanda ortak yaşamın sınırlarını belirleyen sosyal sözleşmeler olarak da kabul edilir.
Almanya, bu anlayışın güçlü bir örneğidir. Kurallar burada bireysel özgürlüğü kısıtlayan değil, koruyan bir yapı olarak içselleştirilmiştir. Bu kültür, iki dünya savaşının ve ardından gelen siyasi çalkantıların ardından gelişmiş; toplumda derin bir disiplin ve güven duygusu oluşturmuştur.
Bugün Almanya’da kurallar, birlikte yaşamanın ön koşulu olarak görülmektedir. Örneğin trafik sisteminde bu anlayış açıkça hissedilir. Şehir içi yollarda, özellikle okul çevrelerinde hız sınırı 10 km/saat’e kadar düşürülebilirken, yerleşim alanlarında yaygın biçimde 30 km/saat sınırı uygulanır. Radar denetimleri yoğun ve sistematik şekilde yürütülür.