Bu yıl 7 ülkeyi ve 14 şehri kapsayan uzun bir karayolu seyahati gerçekleştirdim. Yol boyunca birçok ülke sınırından geçerken, şehir içi ve şehirlerarası yollarda farklı trafik alışkanlıklarını gözlemleme imkânım oldu. Bu yazı, herhangi bir karşılaştırma ya da değerlendirme ya da yargılama amacı taşımadan, yalnızca dikkat çeken sürücü davranışlarına dair izlenimlerimi paylaşmayı amaçlıyor zira yollar, sadece taşıma değil, aynı zamanda kültür ve toplumsal reflekslerin de taşıyıcısı olabiliyor.
Bazı ülkelerde sürücüler, şerit değiştirirken ya da bir dönüş yapmadan önce sinyal vererek diğer sürücülere niyetlerini açıkça belli ediyor. Bu alışkanlık, trafikte karşılıklı anlayışı ve öngörülebilirliği artırıyor gibi görünüyor. Bazı ülkelerde ise sinyalin ya hiç kullanılmadığını ya da çok az kullanıldığını gözlemledim; sinyalin yerine daha çok kornanın kullanıldığını fark ediyorum. Kornanın, burada yalnızca bir uyarı aracı değil; sabırsızlık, acelecilik ya da yol isteme ifadesi olarak devreye girdiği anlar dikkat çekiyor.
Bazı ülkelerde sürücüler, hız sınırlarına büyük ölçüde riayet ediyor; otoyollarda ya da yerleşim yerlerine yakın bölgelerde hızın düşürüldüğü görülüyor. Bu kurallara uymanın, ceza korkusundan çok içselleşmiş bir davranış biçimi olduğunu düşündürüyor. Bazı ülkelerde ise hız sınırları daha çok radar ya da polis kontrolü varsa devreye giriyor gibi görünüyor. Denetimin olmadığı yerlerde sürat artarken, kontrol noktalarında ani frenlemeler dikkat çekiyor. Bu durum, kuralların ne ölçüde davranışın doğal bir parçası haline geldiğine dair bazı işaretler taşıyor.
Trafikte sabır ve sıraya gösterilen saygı da dikkat çekici farklar sunuyor. Bazı şehirlerde sürücüler, sıkışık trafikte birbirine yol vermeye, kavşaklarda sırasını beklemeye daha yatkın görünüyor. Diğer yerlerde ise sollama, araya girme ya da selektörle yol isteme gibi refleksler daha baskın. Bu davranışların arkasında yatan kültürel kodları tahmin etmek kolay olmasa da, toplumsal alanlarda karşılıklı hoşgörü ve öncelik kavramlarının farklı biçimlerde yerleştiği anlaşılıyor.
Yaya geçitlerinde araçların durma biçimi de ülkeden ülkeye farklılık gösteriyor. Bazı yerlerde sürücüler, daha yaya adımını atmamışken bile aracı yavaşlatıyor, göz teması kurarak geçiş hakkını tanıyor. Diğer yerlerde ise yayanın geçebilmesi için ya aracın hızını kesmesini beklemesi ya da kararlı adımlarla geçmeye cesaret etmesi gerekiyor. Yaya geçidinin, yalnızca fiziksel değil, aynı zamanda toplumsal bir sınır olarak nasıl algılandığı da bu davranışlarda belirginleşiyor.
Kamu hizmeti sunan araçlara özellikle de ambulansa, yol verme biçimi de dikkat çekici bir gösterge olarak öne çıkıyor. Bazı ülkelerde bu araçların siren sesi duyulduğu anda tüm trafik şerit değiştirerek açılıyor, yol neredeyse refleksle boşaltılıyor. Diğer yerlerde ise bu araçlara yer verme konusunda bir vurdumduymazlık önplana çıkıyor; ayrıca ambulansın peşine takılarak trafik avantajı sağlamaya çalışan sürücülere rastlanabiliyor. Bu durum, kamuya ait olanla bireysel çıkar arasındaki çizginin nasıl algılandığını düşündürüyor.
Trafik kuralları yalnızca teknik düzenlemeler değil; aynı zamanda toplumsal ilişkilerin, güvenin ve ortak yaşam kültürünün bir parçası gibi görünüyor. Bir yaya geçidinde durmak, hız sınırına uymak ya da bir ambulansa yol vermek, sadece bir zorunluluk değil, aynı zamanda birlikte yaşamanın sessiz bir sözleşmesi gibi işliyor. Bu nedenle yollar, sadece araçların değil, değerlerin de geçtiği alanlar olarak okunabiliyor.
Yolculuğum boyunca karşılaştığım her kavşakta, her yaya geçidinde ve her siren sesinde yalnızca trafiğin değil, toplumların davranış biçimlerinin de bir yansımasını görme fırsatım oldu. Sürücü koltuğunda otururken aslında kim oluyoruz? Birey mi, vatandaş mı, sabırlı bir komşu mu, yoksa aceleci bir yolcu mu?
ya da kusura bakmayın bir piskopat mı?
Aslında yol ve trafik, yalnızca ulaşım kavramları olarak değil; kurallara yaklaşımımızı, birlikte yaşama becerimizi ve birbirimize karşı duyduğumuz sorumluluğu gözlemlemek için güçlü bir alan sunuyor.
Bir korna sesi ile bir sinyal ışığı arasındaki küçük tercih, bazen büyük toplumsal farkları görünür kılabiliyor.
Sizce de öyle değil mi?