Türkiye’de faizin ekonomi politiği

Hükümet, yakın geçmişte Türkiye’de yüksek reel faiz oranlarının kamu maliyesi ve ekonomik büyüme üzerindeki olumsuz sonuçlarını gözlemlemiş ve bu sorunla mücadele etmiştir. Hükümetin Merkez Bankası’nın faiz artışına karşı olması onun bakış açısı ile uyumludur. Artan faizler nedeni ilebir yandan yatırımlar düşecek diğer yandan tüketici talebinin daralması nedeni ile ekonomik büyüme ve istihdam azalacaktır.
 
Doç. Dr. Mahmut Bilen / Sakarya Ünv. İktisat Bölümü

Son günlerde faizin arttırıp arttırmaması üzerinde tartışıyoruz. Merkez Bankası (MB) Ocak ayı başında Para Politikası Kurulu (PPK) toplantısında herhangi bir faiz artışına gitmedi. Ancak kurdaki sert artışın devam etmesi üzerine MB’sı, PPK’yı olağanüstü topladı ve beklentilerin çok üzerinde bir faiz artışına gitti. Başbakan, faiz artış kararını alan MB’sının son PPK toplantısı öncesinde de, faizlerin artmaması yönündeki arzusunu kamuoyu ile paylaşmıştı. Bu süreçte Başbakan’ın bu konu ile ilgili birkaç söylemi dikkat çekti. Bunlardan ilki PPK’nın faizleri arttırmaması gerektiği yönündeki beyanatları ile MB’sının bağımsızlığı tartışılması, ikincisi faiz lobisi kavramını kullanması ve son olarak paralel devlet ile faiz lobisi arasında ilişki kurması sayılabilir. Bu tartışmalarda iktisatçılar çeşitli argümanlar ileri sürmüştür. Bunlardan bazıları; Başbakan’ın otoriter tutumunun MB’nin bağımsızlığına zarar verdiği, başbakanın dindarlığı nedeni ile faiz artışına karşı olduğu, faiz lobisi ile paralel devletin ekonomik kriz ile AK Parti hükümetini devirmek istediği özetle sayılabilir. Bu yazıda, Türkiye’de izlenen makro ekonominin faiz politikası, çeşitli göstergeler ekseninde yukarıda ifade edilen argümanlar çerçevesinde iktidardaki hükümet için tahlil edilecektir. 

1973 petrol krizinden sonraki süreçte liberal ekonomi politikaları, IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) gibi kurumlar vasıtasıyla gelişmekte olan ülkelere önerildiği/dayatıldığı bilinmektedir. Bu süreçte finansal küreselleşme başta olmak üzere, mal ve hizmet ticareti serbestleştirilmiştir. Nitekim UNCTAD (United Nations Conference on Tradeand Development) verileri bunu doğrular niteliktedir. 1948 yılında dünya mal ticaret hacmi (ithalat ve ihracat toplamı) yaklaşık olarak 104 milyar dolar iken, yıllar içinde hızla büyüyen mal ticaret hacmi, 2010 yılında 30,5 trilyon dolar düzeyine gelmiştir. Bunun gelecekte daha da artacağı yönündeki beklentiler oldukça güçlüdür. Bu süreçte, küresel mal ticaretinden ziyade finansal küreselleşmenin boyutu dikkat çekicidir. Örneğin, ABD ekonomisinde finansal işlem hacmi 1950’de milli gelire eşit düzeydeyken, 2000’de milli gelirin 50 katına çıktığı görülmektedir. Bu boyutta olmasa da, diğer ülkeler için de bu manzara geçerlidir. Bu gelişmeye paralel olarak 1970’te şirket kârlarının yüzde 15’i finansal rantlardan oluşurken, 2005’te şirket kârları içinde finansal rantların payının yüzde 40’a yükseldiği görülmektedir. Benzer şekilde 1970’lerde şirket yöneticilerinin (CEO) ortalama kazancı, ortalama bir işçinin kazancının 30 katıyken, günümüzde bunun 400 katına kadar çıktığı ifade edilmektedir.* 

Ekonomik serbestleşmesi

İfade edilen gelişmeye paralel olarak 1980’de 24 Ocak kararları ile Türkiye de liberal ekonomi politikalarını tercih etti. Bu süreçte ekonomide meydana gelen dönüşüme paralel olarak kamu kesiminde de önemli değişiklikler oldu. Küresel düzeyde ortaya çıkan sermaye bolluğunu fark eden yerli politikacılar, kamu tercihi teorisine paralel şekilde, seçmeni rahatsız etmeden vergilerden ziyade borçlanmaya başvurmanın politik çıkarları için rasyonel olduğunu fark ettiler. Bu süreçte aTürkiye’de 2002 yılına kadar olan dönemde, kamu harcamalarının vergilerle finanse eğilimi azaldı. Bu durumun gelecekte sadece kamu kesimi için değil, bütün bir ekonomi için katlanılması mümkün olmayacak maliyetlere neden olabileceği iktisatçılar ve aydınlar tarafından yüksek sesle dillendirilmiştir. Nitekim 2001 krizi sonrası süreçte iktidara gelen AK Parti, 2002 sonrası dönemde dramatik bir şekilde kamu finansman aracı olarak vergilerin, borçlanmaya tercih edilmesi gerektiğine yönelik politikaları uygulamaya koydu. Buna paralel olarak kamu harcamalarında vergilerin payının hızla arttığı görülmektedir.

Finansal küreselleşmenin sağladığı fırsatları değerlendirmek isteyen siyasi aktörler, bu dönemde vergi gelirlerine tamamlayıcı veya telafi edici bir seçenek olarak borçlanmayı görmekte gecikmemiştir. Bu tercihin doğal bir sonucu olarak Türkiye’de iç borçların GSYH’ye oranı, ciddi bir artış eğilimine girmiştir. Öyle ki söz konusu oran, 2001 yılında yaklaşık yüzde 50 düzeylerine yükselmiştir. Bu süreçte iç borç kadar olmasa da, dış borçlarında GSYH’ye oranı yüzde 30’a yaklaşmıştır. Literatürde dışlama etkisi (crowdingouteffect) olarak bilinen sorun, 2002 öncesi dönemde Türkiye ekonomisinde gözlenir hale gelmiştir. Kamu kesiminin artan borçlanma gereksinimi, bir yandan faiz oranlarını arttırırken, diğer yandan özel kesimin yatırım yapma olanağını daralmıştır. Bu gelişme, Türkiye ekonomisinde yatırımların düşmesine ve dolayısıyla ekonomik büyümenin yavaşlamasına neden olmuştur. Finansal küreselleşmeye paralel olarak gelişmekte olan ülkelere, daha fazla kısa ve uzun vadeli sermayeyiçekmek için düşük kur, yüksek faiz politikası ile sermayenin gelmesi sağlanmıştır. Gelişmekte olan ülkelerde arttırılan faiz oranları ile sağlanan sermaye girişleri, yerli paranın değerli hale gelmesine neden olmakta bu da dış ticaret açıklarının büyümesine sebep olmaktaydı. 

Bütün bunları gözlemleyen ve kriz sonrası süreçte iktidara gelen AK Parti, bu alanda da dikkate değer bir tercih değişikliğine giderek,iç ve dış borçlanmadandaha ziyade vergi tabanını genişletmeye ve kayıt dışı ekonomi ile mücadeleyi artırmak suretiyle kamu finansmanındavergi gelirlerini artırmaya yönelmiştir. Bunun doğal sonucu olarak vergi gelirleri hızla artarken, iç ve dış borçların GSYH’ye oranında ciddi bir düşüş gerçekleşmiştir.

Faiz ödemelerinin seyri

Bu aşamada kamunun faiz ödemelerinin seyrini incelemek önem arz etmektedir. 1980’lerin başında, faiz ödemelerinin vergi gelirlerine oranı yüzde 20’den daha az iken, süreç boyunca yukarıda ifade edilen borç artışına paralel olarak faiz ödemelerinin vergilere oranı 2001 yılında yüzde 100’ü aştı. Daha açık bir ifade ile Türkiye’de toplanan vergilerin tamamı, sadece faiz ödemelerini bile karşılayamayacak hale gelmişti. Bu durum devletin ekonomik olarak iflasını ifade etmekteydi. Bu manzara, toplumun ve kamusal aktörlerin (bürokrat ve politikacıların) zihninde derin bir iz bırakmıştır. 1990’lı yıllarda dünyada ortalama reel faiz yüzde 5 civarında iken, Türkiye’de reel faizler yüzde 20’lere kadar yükselmiş ve finans sektöründe bulunanlar faizden yüksek kazançlar elde etmişlerdir. Faiz lobisi ile galiba riski az getirisi yüksek bu kazanç ifade edilmek istenmektedir. 28 Şubat süreci olarak bilinen askeri müdahale sürecine katkı veren kesimlere birçok farklı şekilde ekonomik çıkar sağlanmıştı. Özellikle bankacılık ve finans sektöründe sağlanan bu tür rantlar çok geçmeden bu sektördeki mali kurumların içinin boşaltılmasına yol açmıştı. Kamu kesiminde bu manzara gözlemlenirken diğer yandan finans sektöründe çok sayıda bankanın batması ve kamu tarafından bankalara el konulması söz konusu olmuştu. Bankalara el konulması da, kamu kesimine ciddi bir başka yük getirmişti. Hem kamu açıkları hem de finans sektöründe meydana gelen bu olağan dışı gelişmeler, ekonominin derin bir krizin içine düşmesine neden olmuştu.

2002 yılı sonuna doğru iktidara gelen AK Parti, kamunun faiz ödemelerinin vergilere oranını yıllar itibariyle dramatik bir şekilde düşürmeye yönelik politikaları uygulamaya koymuştur. Bir yandan kamu disiplinini sağlamaya yönelik politikalar, diğer yandan finans sektörünü disipline edecek kurumsal düzenlemeler sonucu, ekonominin krizden hızla çıkarılması başarılmıştır. 2010 yılına gelindiğinde Türkiye’de vergi gelirlerinin faize ödenen oranı yaklaşık olarak yüzde 20 düzeyine düşürülmüştür. Bu politikalar sayesinde 2002 sonrasından günümüze kadar süreçte milli gelir dolar bazında yaklaşık 4 kat artış sağlanmıştır. Kamuoyunda bazı kesimler ve özellikle hükümet düzeyindeki bazı yetkililer, artan veya arttırılmaya çalışılan faiz oranı ile geçmiş dönemdeki kötü manzaranın tekrarlanacağı ve bunun sonucu yeni ekonomik krizlerin yaşanabileceğini endişesini dillendirmektedirler.  

Yukarıda ifade edilen politika tercihleri özellikle 1990’lı yılların ortalarından 2003 tarihine kadar olan dönemde, Türkiye’de faaliyette bulunan en büyük 500 sanayi işletmesinin faaliyet dışı kârlarının bilanço kârlarına oranı yüzde 50’nin üzerine çıkmıştı. Faaliyet dışı kârların en önemli kaynağının, faiz gelirleri olduğu bilinmektedir. Bilindiği gibi, yüksek miktardaki kamu açıkları ve dolayısıyla yüksek reel faizlerin olduğu dönemlerde, en büyük işletmelerin önemli bir kısmı kazançlarını esas faaliyette bulunduğu alanda değil, devlet tahvili veya hazine bonosu gibi yatırım seçeneklerinden elde etmişlerdir. Budurum yukarıda ifade edilen dışlama olgusunun açık bir örneğini oluşturmaktadır. Bu dönemde Türkiye’nin sanayicisi, kârını faaliyet alanlarındaki üretim ve ticaretinden daha çok, yüksek reel faizlerden elde etmeyi tercih etmiştir. Ekonomi literatüründe bu durum, ekonomik çöküntü olarak ifade edilen 2001 gibi kriz manzaraların meydana gelmesine yol açmıştır.

Yukarıda ifade edilen olumsuz gelişmeleri gözlemlemiş, ekonominin içinde bulunduğu olumsuz manzaradan çıkış konusunda alınması gerekli tedbirleri bulmak için iyi analizler yapmış ve ekonomiyi içine düştüğü bu çıkmazdan kurtarmış Başbakanın, faizlerin arttırılmaması gerektiği konusundaki talebi, yakın geçmiş göz önüne alındığında anlayışla karşılanabilir. Bütün bunları görmezden gelerek, 10 yıldan fazla iktidarda bulunan hükümetin başbakanını, faize karşı olduğu için faizlerin artırılmasına karşı göstermeye çalışmak, konunun çok sığ bir bakış açısıyla ele alındığını gösterir. Hükümetin MB’nin faiz artışına karşı olması onun bakış açısı ile uyumludur. Artan faizler nedeni ile bir yandan yatırımlar düşecek diğer yandan tüketici talebinin daralması nedeni ile ekonomik büyüme ve istihdam azalacağı için hükümet buna karşı çıkmaktadır. Ayrıca yakın geçmişte Türkiye’de yüksek reel faiz oranları kamu maliyesinde ve ekonomik büyüme üzerindeki olumsuz sonuçlarını gözlemlemiş ve bu sorunla mücadele etmiş bir hükümet için olağan görülebilir. Türkiye’de son zamanlarda kurun sert artışının nedeni olarak gösterilen artan politik riskin paralel yapı ve onunla irtibatlı olduğu ifade edilen küresel finans sektörü yani faiz lobisi olarak görülmesi politik bir mücadeleye işaret etmektedir. ABD’nin ekonomi politikasındaki değişiklik sonucu gelişmekte olan ülkelerden meydana gelen sermaye çıkışının bu politik tartışma ile ne ölçüde ilişkili olduğu tartışmaya açıktır. Buna karşın MB’nin bakış açısı, fiyat istikrarı ile birlikte ekonomideki istikrarı sağlamak yönünde olduğu için faizi arttırma kararı almıştır. Hükümet cephesindeki talebe rağmen MB, döviz piyasasındaki aşırı oynaklığın, ekonomik istikrar için risk oluşturduğunu düşünerek, ifade edilen eleştirilere karşın bağımsız bir duruşla, faiz oranını beklentilerin çok üzerinde arttırmıştır. 

Yukarıda değinilenyakın geçmişe ilişkin krizleri yok sayan hafıza, bilgi açığı yoksa, acaba bizleri hangi geçmişe çağırdığının farkında mıdır?

bilen@sakarya.edu.tr

 *Aktaran: Yaşar, S. Sabah Gazetesi, 21 Ocak 2014. (A. Arvidsson, N. Peitersen, The Ethical Economy, Columbia University Press, 2013). 

http://haber.stargazete.com/acikgorus/turkiyede-faizin-ekonomi-politigi/haber-840520
Ekonomi Arşivi
Uzm.Klinik Psk.Gülşah AKÇAY CİVRİZ