Yazmak cehennemse, okumak cennet


Edebiyat, öyle sağlam bir bellek ki, yazıldıktan sonra bir daha hiç kimse onu değiştiremiyor, silemiyor, yok sayamıyor. Edebiyat, belleği zayıf toplumların ömrünü uzatır, unutulanları hatırlatır, bir daha unutulursa yeniden hatırlatır.
 
Çok erken zamanlarımda bazı masalları okuduğumu hatırlıyorum ama elime aldığım kitap gibi kitaplar önce Kemalettin Tuğcu’nunkiler olmuştu. Neden sonra Kemalettin Tuğcu’nun hikâyelerinin çocuk kalbini ezdiği, çocukların zihnini olumsuz etkilediği üstüne çok söz duydum ve okudum. Hiç öyle düşünmedim. O hikâyelerde insanı insan yapan değerler vardı. Vicdan öyküleri yazıyordu Kemalettin Tuğcu. Bizim çocukluğumuz üstünde olumlu etkileri olmuştur. Günlük hayatta küçük sorunların ötesine geçen büyük sorunların pek hissedilmediği elli yıl öncesinin Türkiyesini hatırlayanlar bunu daha iyi anlayabilir.

Ciddi edebiyat okurluğum dergilerle oldu. Varlık Dergisi’ni almaya başlayınca küçücük harçlıklarla alınabilecek üç cildini de postayla getirterek edinmiştim. Ardından Türk Dili Dergisi’ni almaya başlayınca kendimi biraz daha yetişkin bir okur gibi görmeye başladım, onun o zamanlardaki yeri ayrıydı. Dergilerdeki şiirleri, öyküleri, yazıları okumaya başlamak demek, edebiyat okuru olmak demekti. Edebiyat okuru: Altını çizelim. Okumanın en yüksek biçiminin bu olduğunu bilmekle birlikte, okuduğum bir şiiri, öyküyü, onları iyi edebiyat yapan özelliklerini anlamaya başlayarak okuyamıyordum daha. Kendi okurluğunuzu sınamak için iki şiiri birbirinden ayırt etmeye çalışın: Hangisi öbürüne göre nasıldır. Bunu yapabildiğiniz zaman iyi okur olduğunuzdan kuşku duymayın.

Gelin görün ki böyle okurların hâlâ pek az olduğu kuşkusuz. Romanla başlamaz iyi okurluk, şiirin ateşlemesi gerekir. Edebiyatın aslında soyutlamalarla hayallerin sınırlarını nasıl genişlettiğini anlatır şiir. Düzyazı duvar örmek gibidir. İncelik ister istemez azalır. Adım adım yükselirken duvar, tuğlaların arası doldurulur, her parçayı birbirine bağlayan ilmekler atılır. Çok ama çok az okuru ilgilendiren nitelikli okuma biçimi, toplumun hiçbir zaman yanına yaklaşmayacağı bir hayal adası gibi okyanusun ortasında yüzer.

Yayımlanan kitaplara ve onlarla ilgili söylenenlere bakılırsa, herkes iyi yazıyor, bütün kitaplar güzel. Bir romanı iyi roman yapan özellikler pek kimselerin umurunda değil. İyiyi aramakla ilgisi yok çoğunluğun. Oysa bir romanı yazınsal bir metin yapan özellikleri anlamak, yani gelişkin bir anlak sahibi olmak, insana bireyliğini kazandıran en önemli nedendir. Son zamanlarda iyi edebiyatla kötüsünün birbirine karıştırılmasından daha çok söz ediyorum. Canım sıkılıyor demek ama hiçbir şeyden şikâyet etmeyen birisinin bundan da şikâyet etmeden çözümlerini bulup göstermesi gerekir. Kendin yazamıyorsan, bulduğun çok iyi örneklerden söz et. Ben de bunu yapmaya çalışıyorum. İlhan Berk, "Yazmak bir cehennemdir” diyordu; "Okumaksa bir cennet” diyorum ben de.

Sonunda kitapla ilgisi olmayan bir toplumun içinde yaşıyoruz. Alberto Manguel, Salman Rushdie’nin, evinde yere düşen ekmeği öpmek gibi, yere düşen kitabı öpme geleneği olduğu sözlerini aktarıyor. Ekmeğin kutsallığını bilen bu toplumun kitabın kutsallığından haberi yok. Sokakta karşılaştığınız polis aramasında çantanızda kitap bulunursa, o kitabın ne olduğuna bakılmaksızın sakıncalı kişi sayıldığınız, bu çirkinliği içselleştirmiş, kitapsız ve tam şimdi gördüğümüz gibi kolayca canavara dönüşen bir toplum bu.

Edebiyat, eskimeden yerinde duruyor
Oysa kitaplarda yazanlar olmasaydı ne olurduk acaba. Belki siyaset kitaplarında yazılanlar eskiyip unutuluyor. Bilim hızla değişiyor ve yenileri bulunsa da sanki eskileriyle doğduğumuz yanılsaması içindeyiz. Tarih, öncekilerin yerini alan yazımlarla sürekli yenileniyor. Edebiyat, bir tek o, hiç eskimeden yerinde duruyor. Hiçbir şey edebiyat kadar zamana dayanıklı değil. Don Quijote tek sözcüğü değişmeden, dört yüz yıl sonra bugün, hem de bugünkü anlayışları aydınlatacak biçimde okunuyor. Tom Jones, bugün yazılan popüler romanlardan daha yüksek nitelikli bir popüler roman. Balzac’ın İnsanlık Komedyası’nın her kitabı dönemin bir yüzünü anlamak için okunuyor. Hiç kimse suç ve ceza kavramlarını Raskolnikov kadar ayrıntılı tartışmadı. Kadın ve erkek ilişkilerinin bir zamanlar bizde nasıl yaşandığını öğrenmek için Aşk-ı Memnu ya da Üç İstanbul romanları, sahici kaynaklar yerine geçer.

Edebiyat, öyle sağlam bir bellek ki, yazıldıktan sonra bir daha hiç kimse onu değiştiremiyor, silemiyor, yok sayamıyor. Ürkütücü ama yaşadıklarını unutmaya yatkın, belleksiz bir toplumun ömrü birkaç kuşaktan öteye gitmez. Burada daha yetmiş yıl önce, yani kendi yaşadığı yıllarda işlenmiş suçları bilmeyen, duyduysa üstünde durmayan, belleği boş, demek yaşamayan insanlardan oluşmuş bir toplum var. Edebiyat, belleği zayıf toplumların ömrünü uzatır, unutulanları hatırlatır, bir daha unutulursa yeniden hatırlatır.

Payitahtın Abdülhamit istibdatından mütareke yıllarına uzanan kısa tarihi içindeki insan ilişkilerini Mithat Cemal Kuntay’ın Üç İstanbul romanı bir sinema şeridindeki canlı kareler gibi gözümüzün önünden geçirir. Hangi tarih ya da toplumbilim kitabı, mütareke döneminde işgal altında kalan İstanbul’da yaşayan aydınların ruh durumunu Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Sahnenin Dışındakiler romanındaki kadar sahici biçimde anlatabilir? Orhan Pamuk’un Benim Adım Kırmızı romanı, Osmanlı’nın on altıncı yüzyılında nakkaşların düşünce biçimlerini ve sanat tartışmalarının neler olabileceğini kurgulayarak tarih kitaplarında yazılmayanları düşündürür. Kurulanlar, yıkılanlar, doğumlar ve ölümler, toplumları ters yüz eden dönüşümler sözcüklerle ortaya çıkarılıp bizi bütünüyle gerçekmiş gibi düşündürdüğü için, edebiyat olmadan kendimizi anlamamız zorlaşır. Nahid Sırrı Örik’in Osmanlı’nın saray çevresinde dönen entrikalarını sergilediği romanı Sultan Hamid Düşerken, sözgelimi İttihat Terakki’nin öldürttüğü muhalif gazeteci Hasan Fehmi’yi gerçek bir kişi olarak alıp her okuduğumuzda hatırlatan bir roman kişisine dönüştürmüştür.

Edebiyat insanlığın en azından iki bin yıllık serüveninin cilasını alıp özünü gösteren bir dünya kurar. İnsanlar kendi toplumları içinde yaşayan tekil kişiler. Oysa kitaplarda sayılamayacak çoklukta yazar tarafından yaratılmış sonsuz çoklukta kişi var. Okudukça çoğalır kitaplar ve doğrusu bu bazen insanı ümitsizliğe düşürür. Okumamız gereken kitapları okumadan öleceğimizi görmek bizi küçültür, olumlu anlamda sıradanlaştırır ve bunu hissettiğimizde kitaplara sırtımızı dayamak kulağımıza bir başına da var olabileceğimizi fısıldar.

Çocukluk yıllarında okuduklarımdan pek azı var bugün. Gençlik yıllarımızda okuduklarımıysa belli ki belleğim sağlam bir duvarla korumuş. O zaman okuduklarımızı âdeta yaşıyorduk da, unutulmamaları bundan olmalı. Bazen alıp karıştırmak, aralarından seçtiklerimi yeniden okumak beni o kitapları ilk okuduğum yıllara götürüyor. Geçenlerde, hayatımda özel yerleri olan ve ilk alındıkları günleri canlı biçimde hatırlatan, artık aynı basımlarını sahaflarda bile bulmanın olanaksızlaşmaya başladığı bir yüz kitabı ayırdım. Onların bendeki hikâyelerini birbirine bağlayarak yazsam, yaşadıklarımı yazmış olurum diye düşündüm. İnsanın kişisel tarihini yaşadıklarından çok okudukları oluşturuyor.

http://kitap.radikal.com.tr/makale/haber/yazmak-cehennemse-okumak-cennettir-433903
 

Okuma Notları
Uzm.Klinik Psk.Gülşah AKÇAY CİVRİZ